Kitabın Adı:
Osmanlı’ yı Yeniden Keşfetmek
Yazar:
İlber Ortaylı
Be Makam-ı Konstantiniyye el Mahmiyye…
Yüzyıllar boyu Osmanlı İmparatorluğư’ nun bütün fermanlarında ve kayıtlarında șehrin adı böyle geçerdi:
Konstantiniyye, yani “korunmuş makam”
Memalik-i Mahrusa’ nın korunmuş ülkelerinin merkezi Konstantiniyye bütün Arapların tarihinde, İslam tarihi boyunca bu adla anılırdı.
Memalik-i Mahrusa, üzerinde yaşayan toplumların dirlik ve birliğinin bozulması halinde büyük bir felaketin yaşanması kaçınılmaz olan topraklara verilen isimdir.
Kimse şehrin kurucusu olan hükümdarın ne adını küçümserdi, ne de inkar ederdi.
Hiç şüphesiz ki bu resmi ad, sadece resmi işlemlerle sınırlı değildi.
Son döneme kadar,
Basılan bazı kitapļarın ilk sayfasında “Konstantiniyye ….. Matbaası” künyesi vardır.
Büyük Konstantin’ in adını taşımaktan dolayı Osmanlı İstanbul’ u, hiçbir zaman yüksünmüş
değildir.
Dolayısıyla bu konuda bir hassasiyete de lüzum yoktur.
Konstantiniyye İsminden Rahatsızlık
Vakıa mütareke döneminin tatsız günlerinde, Konstantin isminin Türkleri rahatsız etmesinden daha normal bir şey yoktur.
Vakıa kelimesi Türkçe’ de “vaki olan şey, olay” anlamına gelir.
Çünkü,
İşgal kuvvetleri içinde yer alan Yunanlılar küçük Yunanistan’ ın Kralı Konstantin ile tarihteki Büyük Konstantin’ in ismini birbirinin yerine koymaya çalıştılar.
O yüzden resmen bu isim silindi.
Hiç şüphesiz ki büyük şehrin başka adları da vardı…
Yeryüzünün En Haşmetli Kenti İstanbul İdi…
Bir kere İstanbul dördüncü asırda resmen kurulduğundan beri yeryüzünde onun kadar büyük bir şehir ancak İtalya’ daki Roma idi,
Ve,
Bir iki asır içinde İstanbul istikrarlı, zengin, kuvvetli bir imparatorluğun merkezi olduğu için,
“Nea Roma” yani “Yeni Roma” eskisini gölgede bıraktı…
Eski Roma çöktükçe, fakirleştikçe, dağıldıkça, nüfusu azaldıkça yenisi ona inat genişlemeye başladı.
İki asır sonra ise yeryüzünde bundan daha büyük bir şehir düşünülemezdi…
Mısır’ daki Aleksandria (İskenderiye),
İtalyadaki Roma,
Dini bir merkez olduğu için hacimce büyük olmasa da Kudüs,
Eski Suriye’ nin ihtişamını pek taşımasa da Antakya ve Atina ise harabeler halinde şehirlerdi.
Yeryüzünde İstanbul kadar ihtişamlı başka bir șehir bulmak pek mümkün değildi...
Emeviler’ den sonra Şam,
Abbasiler’ den sonra Bağdat,
Satvetli devirlerinde İran’ ın İsfahan ve daha evvel Kazvin, Nişabur gibi şehirleri belki büyük şehirler sayılabilirdi.
Ancak,
Şurası bir gerçek ki bin yıl boyunca İstanbul’ dan daha parlak bir şehir yoktu…
Ayasofya
Altıncı asır ortasında Miletli ve Aydınlı (Tralles) iki mimar Anthemios ve İsidor, yanan bir kilisenin ve İlahi Hikmet anlamındaki Ayasofya yerine bugünkü bildiğimiz büyük mabedi, büyük kiliseyi bina ettiler.
Birinci Ayasofya Kilisesinin inşaatı Roma imparatoru Büyük Konstantin (Bizans’ın ilk imparatoru I. Constantinus) tarafından başlattırılmıştır. 337 ile 361 yılları arasında tahtta olan Büyük Konstantin’ in oğlu II. Constantius tarafından tamamlanmış ve Ayasofya Kilisesi’ nin açılışı 15 Şubat 360’ta II. Constantius tarafından gerçekleştirilmiştir.
İkinci Ayasofya: İlk kilisenin isyanlar sırasında yakılıp yıkılmasından sonra, İmparator II. Theodosius bugünkü Ayasofya’ nın bulunduğu yere ikinci bir kilisenin inşa edilmesi emrini vermiş ve İkinci Ayasofya’ nın açılışı onun zamanında, 10 Ekim 415’te gerçekleşmiştir
Üçüncü Ayasofya: İkinci Ayasofya’ nın 23 Şubat 532’ de yıkımından birkaç gün sonra imparator I. Justinianus öncekinden tümüyle farklı, daha büyük ve kendisinden önce gelen imparatorların yaptırdıkları kiliselerden çok daha muhteşem bir kilise inşa ettirmeye karar verdi. Justinianus yeni Ayasofya inşasında görev alacak mimarlar olarak fizikçi Miletli İsidoros ile matematikçi Trallesli Anthemius’ u görevlendirdi.
Vakıa, bu mabet belki, 16. asırda Sinan’ ın önemli destek ve yenilemesi olmasa Ayasofya günümüze zor uzanırdı.
Ama,
Beşeriyet ilk defa kubbeyi sütunlar ve kemerler üzerine bina etmeyi becerdi,
Ve,
Bir daha bunu bırakın başka milletler, Bizans halkının, Romaliların kendileri dahi geliştiremediler.
16. ve 17. asırda Osmanlı başkentini süsleyen büyük mabetlerin yapımına kadar Ayasofya’ yı geçecek ne bir yükseklik ne de kubbe genişliği söz konusu olmuştur.
Tabii İtalyadaki Rönesans mimarisini de göz ardı etmeyelim…
İstanbul’ u Ziyaret Edebilmek Bir Ayrıcalıktı
Yaklaşık bin sene İstanbul hem bu büyük mabediyle hem de bizzat kendisi milletlerin dikkatini çekmişti.
Ona gitmek, onu gezmek, onu görmek bir imtiyazdı.
İtalya’ nın,
Yunanistan’ ın,
Suriye’ nin,
Kafkas ülkelerinin,
Kırım’ ın,
Uzak Rusya’ nın,
Hatta o zaman tamamıyla toplayıcı ve avcı milletlerin yașadığı İskandinavya’ nın bazı imtiyazlıları İstanbul’ a gelmeyi bir saadet addederlerdi.
İmparatorluğun muhafız kıtaları arasında bulunan Varegler dediğimiz Rus ve İsveç takımını unutmayalım.
Nihayet hac için bu șehre gelen Ruslar, onu hayranlıkla ve hayretle tasvir etmekten geri kalmamışlardır.
Emsalsiz Şehir Konstantinopolis
Bütün Avrupa kıtasında İstanbul, yani Konstantinopolis ile yarışabilecek bir şehir yoktu.
Nasil olsun ki;
En parlak zamanlarında Kolona, yani Kön on bin nüfusa ancak ulaşmıştı.
İtalya büyüyen șehirlerin yașadığı bir bölgeydi,
Ama,
Orada bile güzel Venedik, Pisa, Eski Roma ve gelişmekte olan Floransa İstanbul ile yarışmak için ancak on beş ile on altincı yüzyılı beklemek zorunda kalmışlardı.
Onun yapılarına ulaşmak mümkün değildi.
Bu yüzden eski imparatorluk zamanında șehri ifade etmek için sadece “Urbis” (Urb, yani şehir kelimesi) kullanılıyorsa,
Bu yeni șehrin adını da “Polis“, sadece şehir diye ifade etmek yetti.
Bundan dolayı “şehre, șehirde” anlamında kullanılan Stinpoli, İstanbul’ un eski adı olarak ortaya çıktı.
İstanbul’ da İslamiyet Etkisi
Müslüman Emevi kuşatmasında İstinbol deyimi yerleşti.
Zamanla bu şehrin eski ismine benzeyen bir kelimeyi de Türkler kullandı.
18. yüzyılda bazı kitabelerde, mezar taşlarında, hiç şüphesiz fermanlarda ve kayıtlarda kullanılan İslambol kelimesi vardır.
Bu,
Şehrin adeta İslamlaştığının, İslam adı taşıdığının bir ifadesidir.
18. yüzyılın garip bir etnik bilincidir,
Ve,
İsim çok fazla yaşamamış; 19. yüzyılda hiç kullanılmamıştır.
Osmanlı İstanbul’ u mutantandı, görkemliydi, bütün doğulu ve batılı milletlerin gözü o şehrin üzerindeydi.
İran’ da İsfahan, Orta Asya’ da, Müslüman Hindistan’ da, Delhi gibi belki böyle kalabalık şehirler vardır.
Buna rağmen,
İstanbuľ un nüfusundan çok zenginliği, orijinal mimarisi, kütüphaneleri dikkati çekerdi.
Develer dolusu kervanlarla bu şehre kitap tașınırdı.
Kütüphaneleri dolmaya başlamıştı.
İstanbul’ un Diğer İsimleri
Bizzat İstanbul’ un bu zenginliği muhtelif milletlerin dillerinde muhtelif isimlerle anılmasına neden oldu:
Asitane,
Darü’s-Saadet,
Der Aliyye (Yüce Ev),
Darü’l-Hilafetü’l-Aliyye,
Der-i Saadet veya
Der-Saadet gibi son zamanlara kadar halk arasında kullanilan isimler…
İsimler saymakla bitmiyor.
Slav milletlerin dilinde onun adı Tsarigrad’ dı. (Çar’ ın, İmparatorun yaşadığı șehir)
Hala bugün Bulgarca’ da bu ismin kullanıldığını görürsünüz.
Bildiğim kadarıyla Sofya Havaalanının bekleme salonundaki mozaiğin üzerinde İstanbul, Tsarigrad diye gösterilmektedir.
Bu isimlerin hiçbirisini reddetmemeliyiz.
Çünkü,
Hepsi bin sene boyunca bütün dünyanın tek ve büyük metropolü olan şehrin adıdır.
Bu şehri almak isteyenler çoktur.
Onun muhteşem surları buna mani oldu.
Bu șehri top kullanarak, yani modern çağın ateşli silahlarını kullanarak bizim dedelerimiz ele geçirdiler
Ve,
Ondan sonra da bu şehri korudular.
Önce eski büyük kiliseleri camilere çevirdiler, bu ihtiyaçtan ileri gelen bir korumaydı.
Sonra yenilerini yaptılar,
Ve,
Yenileri 16. yüzyılda şahikasına ulaştı.
İstanbul kendine göre bir nüfus politikası takip etti.
Şehri kalabalıklaştırmak için Anadolu’ dan zorla götürülenler sadece Müslümanlar değillerdi;
Karaman bölgesinden Türkçe konuşan Hiristiyanlar, yani Karamanlı dediğimiz Rumlar,
Sonra Helence konuşanlar,
Ve nihayet Ermeniler…
O kadar ki Ermeni tarihinde ve dini hiyerarșisinde, hiç yeri olmadiğı halde,
İstanbul bir patriklik, hem de bütün Ermeni milletini yöneten bir patriklik olarak teşkilatlandırıldı.
Nihayet 15. ve 16. yüzyillarda yoğun Yahudi göçüyle İstanbul ve Selanik, Yahudi dünyasının en önemli iki merkezi haline geldiler.
Bu şehrin adları onun çeşidli milletlerin efsanelerinde masallarında yașadığını gösterir.
Halen bugün için bile hiçbir memleket, hiçbir şehir başka milletlerin folklorunda bu kadar yoğunlukla anılmaz.
Bunun üzerinde ısrarla durmak gerekiyor.
İstanbul Bir İmtiyaz Unsuruydu
1940′ ların sonunda, Avrupa’ daki bir rektörler toplantısına toplantısına katiıan o zamanki İstanbul Üniversitesi Rektörü merhum hocamız Sıddık Sami Onar,
“En eski üniversite benim. Onu ben temsil ediyorum; dolayısıyla protokoldeki yerim de öncelikli olacaktır” demiştir.
Tabii daha Theodosius devrinden beri gerçek anlamda üniversiteye sahip bu şehre de Sorbonne, Prag ve Cambridge’ ler öncelik vermek durumunda kalmışlardır.
İstanbul Törenleri
İstanbul düğün dernek șehriydi.
Bu sehirdeki protokol ve törene başka milletlerde rastlamak pek mümkün değildir.
Unutmayınız ki 16. yüzyıl boyunca Avrupa saraylarına hükmeden İspanyol protokolüydü.
Fransız saray adabı, protokolü ancak 17. yüzyılın sonunda, 18. yüzyilda,
Yani,
14. Louis’ten itibaren başka milletleri etkilemeye başlamıştır.
Bütün orta zamanlar boyunca milletleri hayran bırakan ve onların taklit etmeye çalıştikları tek yer Konstantinopol,
Yani,
Bizim Bizans İmparatorluğu dediğimiz yerdi.
Bu şehrin törenleri anlatılsın, öğrenilsin diye kitaplara konu olmuştu.
Bizzat imparatorlar, törenlerin usulü hakkında kitaplar kaleme almışlardır.
İmparator Konstantin Porfirogenetus ‘un 10. asırda kaleme aldıği “De Ceremonis Aulae Byzantinae” gibi.
15. yüzyildan itibaren bu imparatorluk protokolü hiç şüphesiz ki Osmanlı ananesiyle devam etmiştir.
Bu şehirde hükümdarın nasıl yaşayacağı,
Sarayda devlet adamlarıyla günlük teması,
Nasıl yemek yiyeceği,
Muayyen günlerde, bilhassa Cuma günleri Cuma namazına gidilirken “selamlık” dediğimiz törenin nasıl yapılacağı en ince ayrıtısına kadar tespit edilirdi.
Ve,
Bu sadece imparatorluğun halkı için değil, bütün İslam dünyası için çok önemliydi.
Cuma Törenleri
Cuma günleri bir törenin ötesinde bir adaletin tecelli günü, halkın en alt katmanındaki insanlarla uzak köylerle hükümdarın ve vezirlerin temasa geçtiği gündü.
Rikab-ı Humayun dediğimiz, padişah atla geçerken onun güya eğerini yakalayarak verilen, takdim edilen arzuhallerin içinde sırf Türkçeleri degil bir alay Slav dillerinde ve Helence olanları vardı.
Bu, 19. yüzyılda dahi devam eden bir ananeydi.
Bunları arşivde de görmek mümkündür.
Dolayısıyla imparatorluk bir dünya imparatorluğuydu,
Ve,
İstanbul da o dünya imparatorluğunun başkentiydi.
Her tören bunu göstermek için bir vesileydi.
Mesela, üç ayda bir yeniçerilerin ulufeleri verilirdi.
Bu mutlaka sarayda verilirdi.
Her yeniçeri ortasına teslim edilecek maaş, büyük deri torbaların içinde hazır tutulurdu,
Ve,
Ortanın ileri gelenleri, zabitleri orada toplanırdı.
Binlerce kişinin çektiği “gülbank” ve çıkardığı “gulgule” gayet düzenli bir gürültüydü.
Biz bu gulguleyi şamata, düzensiz gürültü anlamında kullanırız; ama o zaman öyle değildi.
Ulufe dağıtımı sırasında atılan sloganlar, bir nevi gösteriler, sarayda avluda bulunan yabancı elçileri büyülerdi.
Çünkü,
O gün İstanbul’ daki sefaret heyetleri de orada hazır bulunurdu.
Bu çok önemli bir gündü.
Cülus alayı şehrin içinden geçilerek yapılan yürüyüşle vuku bulurdu.
Aynı șekilde padişah Eyüp’ de klıç kuşandıktan sonra, șehrin her tarafından geçeceği ve görüleceği bir güzergah, karadan veya sudan takip edilirdi.
İstanbul’ da Ramazan
Ramazan ortasında padişah, Müslümanların halifesi olarak törenle Hırka-i Şerif ve mukaddes emanetleri ziyaret eder,
Bunlardan sonra törenle Hırka-i Şerif alayı tertip edilirdi.
İşte dini yanı ağır basan bu törenden sonra,
Saray mutfaklarında hazırlanan ve yeniçeri, sipahi, topçu ve cebeci gibi Kapıkulu Ocakları askerinin her on neferine bir tepsi hesabıyla hazırlanan baklava sinileri, futalarına sarılmış olarak Matbah-ı Amire önüne dizilirdi.
Bu Ramazan ikramını oluşturan sinilerin ilkini, silahdar ağa ve maiyyeti, bir numaralı yeniçeri olan padişah adına teslim aldıktan sonra,
Diğer ortalardan gelen ikişer nefer futalarına sarlmış birer siniyi nizami olarak yüklenir,
Her bölüğün usta, saka, mütevelli, odabaşı gibi amirleri önde, baklava sinileri ve taşıyanlar arkada, açılan kapıdan dışarı çıkarlar,
Baklava alayı gulgule ve nümayiş ile Divanyolu’ ndan karşılıklı sıralanmıs halkın arasından alkış ile kışlalara yürürdü.
Sini ve futalar ise ertesi gün iade edilirdi.
Osmanlı’ da Düğün Merasimi
Sultan hanımlara düğün yapılırdı.
Şehzadelere ise sünnet düğünü yapılırdı.
Yani,
Şehzadeler evlenirken düğün yapılmıyor.
Fakat,
Şehzadelere mutlaka mutantan sünnet düğünü yapılıyor.
İște o sünnet düğünleri şehrin esnafının, ulemanın, askerin gulgulesi, gösterişi için diğer bir vesileydi
Ve,
O günlerce devam eden zengin düğün töreniyle de İstanbul halkı ortaya çıkar, sanatkarlar, canbazlar ortaya çıkar, esnaf alaylarıyla bir nevi üretim teşhir edilirdi.
Bunların hepsi bin yıllık şark adetleriydi.
İran’ da, Bizans’ da benzerleri görülürdü,
Fakat,
En mütekamili Osmanlı İstanbulundaydı….
Osmanlı’ da Değişen Adetler
19. yüzyılda bu adetler değişmiştir,
Ve,
İstanbul yeni bir döneme girmiştir.
Bu ne demektir?
Bir kere artlı halkla saltanatın teması başka kalıplara dökülmüştür.
Gerçi gene eski adetler devam etmektedir.
Mesela, Cuma selamlığını herkes seyrederdi.
Kadınların da seyredebilmeleri için yer hazırlanırdı.
Asayișe dikkat edilirdi.
Cuma selamlığındaki selam kıtalarında sadece Müslümanların değil, başka dinden yani millet gruplarından çavuş, mülazım ve neferlerin de bulunmasına dikkat edilirdi.
Çünkü,
Cuma selamlığına çıkan imparator yani bizim padişahımız, son Roma hükümdarı, yeryüzündeki bütün bu milletlerin hükümdarıydı.
Dolayısıyla milletler, kendisine ihtiramlarını (saygılarını) arz etmek durumundaydılar.
Cuma selamlığı aynı zamanda imparatorluk protokolünün heykelleştiği bir yerdi.
Dolayısıyla başkentteki sefirlerin, hatta memur olmayan ecnebilerin de bunu seyretmesi imkan dahilindeydi ve bu imkan hazırlanırdı.
Mesela,
Bir köşede de birtakım ecnebi hanımların, madamaların toplandığını ve töreni seyrettiğini görürdünüz.
Kılıç Alayı
Bunun gibi bir başka önemli tören de Kılıç Alayı idi.
Eyüp’ den kılıç kuşanmış padişahın șehre makamına doğru yürüyüşünü düşününüz.
Son güne kadar bu gerçekten çok dikkati çeken bir törendi.
O kadar ki,
Bunun kudsiyeti sadece bu toplumda değil, bütün dünyada tanınmak zorunda kalmıştır.
I. Dünya Savaşı içinde son padişah tahta çıktğı,
Ve,
Cülus törenini yaptığı gün kılıç kuşanmıştır.
O zaman İngilizler şehri bombardıman altına almıştı.
Çiviler ve elle bomba atyorlardı.
Alay, Eyüp’ den yürümekteydi.
Sultan VI. Mehmed Vahideddin “Bugün şehir bombalanmaz” demişti.
Hakikaten o gün bomba atılmadı.
Çünkü,
Bu bir protokoldü,
Ve,
Harbeden devlet dahi olsa Osmanlı İmparatorluğu büyük devletlerden biriydi.
Düşman cephesi onun hükümdarına da, tahtına da saygı göstermekteydi.
İstanbuľ daki törenler, emperyal protokol bütün şark dünyasının bir manzumesidir.
Bunun üzerinde durmak gerekir.
Maalesef henüz teşrifat üzerinde araștırmalar büyük ölçüde tamam değildir.
Ama günden güne bunların önemi anlaşılmaktadır.
Günümüzde İstanbul
19. yüzyıla kadar kimseye burnundan kıl aldırmayan İstanbul, aklımızı başımıza toplarsak gene de aldırmaz.
Potansiyeli bu kadar yüksek,
Gelişmeye bu kadar müsait,
Bu kadar güzel,
Ve,
Bu kadar zengin mirasa sahip başka şehir nerede?
Hangi sehrin böyle bir silueti var?
İstanbuľ un dışı cihanı yakar,
İçindeki keşmekeş de bizi…
Elli senedir onu çirkinleştirmek için her şeyi yapıyoruz,
Ama,
Gene de güzel…
Onun için Istanbuľ un bu olaylarının geçtiği bölgeleri çok iyi korumamız gerekir.
Neresidir bu bölgeler?
Sultanahmet,
Divanyolu dediğimiz, yani Sultanahmet ile en azından Aksaray’ a kadar uzanan cadde,
Beyazıt Meydanı,
Ve,
Süleymaniye civarı…
Maalesef şu ana kadar korumayı beceremedik.
Eğer bu yolları ve mekanları koruyamazsak
Ne ecdadımızın altı asırlık tarihini, ki bunun beș asrı İstanbul’ da geçmiştir,
Ne de peşimizdeki bin yıllık Roma tarihini korumamız, anlamamız, canlandırmamız mümkün değildir.
Ve,
Bu uzun tarih bizim sorumluluğumuz altındadır.
Buralara sahip olan insanların imtiyazları kadar, çekeceği külfet ve altına gireceği yükümlülük de vardır.
Bu üç kilometrekareyi korumak, muhafaza etmek bizim boynumuzun borcudur.