Dostoyevski , Moskova’ da 1821 yılında dünyaya gelmiş,
Ve,
1881’ de Saint Petersburg’ dan bu hayata uğurlanmış evrensel bir yazar…
Gerçi günümüzde daha ziyade, iki ağdalı sözün üstünde, haki renkte bol ceketli – kızıl sakallı fotoğrafının yer aldığı sosyal medya içeriklerinin kartvizit karakteri olarak biliniyor.
Dostoyevski ile ilgili olarak yukarıdaki son cümleyi kurunca eski bir şehir efsanesi aklıma geliverdi birden…
Rivayet olunur ki bir panelde Duygu Asena, Nazım Hikmet için “kartpostal şairi” ifadesini kullanır,
Ve,
Dinleyiciler arasında olan Can Yücel de hışımla ayağa kalkar ve söz alarak:
“Hanım, hanım…
Kart sensin, postal da sana girsin” der…
Böyle bir olay gerçekte hiç yaşanmamasına rağmen,
Belki hikayeye atfedilen Can Yücel karakterlerin bu mizansene uygun olmasından,
Belki de içerisinde barındırdığı hazır cevaplılığa ek, subliminal olarak Nazım Usta’ yı yüceltiyor olmasından mıdır bilinmez hafızalarda bir şekilde yer etmiştir.
Defaatle düzeltildiği ve tekzip edildiği halde kolektif bilinçte kendine münhasır bir yer edinmesi ilginç, ama hiç de nadir olmayan bir durumdur.
Mandela Etkisi
Bu duruma Mandela Etkisi adı veriliyor;
Yani,
İnsanların büyük çoğunluğunun bir konu üzerinde aynı “gerçek olmayan / hatalı bilgiye sahip olması” olayıdır bu durum.
Mandela Etkisi ismini aslında 2013’ de ölen Nelson Mandela’ nın, birçok kişi tarafından 80′ li yıllarda hapiste iken öldüğünün sanılıyor olmasından almıştır.
Bu örnekteki Mandela Etkisi vakasında:
- Duygu Asena “kartpostal şairi” diye bir tanımlama asla yapmamış
- Doğal olarak Can Yücel’ in de öyle bir cevabı olmamış
- Nazım Hikmet için “kartpostal şairi” sözünü kullanan Ece Ayhan
- Ancak onun da Can Yücel ile bir atışması söz konusu değil
Bu esnada,
Ece Ayhan aşağıda resmini gördüğünüz beyefendidir…
Dostoyevski ve Ölüler Evinden Anılar
Dostoyevski ilk kitabı olan İnsancıklar’ ı 1846 yılında kaleme alır;
Ancak,
Bu ve devamındaki eserlerinde beklediği başarıyı yakalayamayınca siyasete yönlenir.
Birgün bir toplantıda yüksek sesle okuduğu şiir nedeniyle Çar Dostoyevski’ nin Sibirya’ da hapse atılması talimatını verir.
Gerekçe: Devlet aleyhinde bir komploya karışmak!!!
Yaklaşık on ay hapishanede kalan Dostoyevksi, kurşuna dizilmek suretiyle infaz edilecektir ki,
Diğer sekiz arkadaşı ile birlikte affedilirler,
Ve,
Cezası dört yıl kürek ile ardından dört yıl adi hapis cezasına çevrilir.
Akabinde,
Kararın infazı için Sibirya’ da Omsk Cezaevine gönderilir.
Dostoyevski’ den Ölüler Evinden Anılar
Dostoyevski, hapis cezasını bitirdikten sonra 1862 yılında “Ölüler Evinden Anılar” adlı kitabı yazar.
Rusya’ da toprak sahibi bir ailenin oğlu olan Aleksandr Petroviç Goryançikov’ un kıskançlık nedeniyle karısını öldürmesi,
Ve,
Sibirya’ da on yıl kürek cezasına çarptırılmasının anlatıldığı kitap, esas olarak Dostoyevski’ nin kendi sürgün günlerini anlattığı bir roman niteliğindedir.
Yazar, Ölüler Evinden Anılar adlı eserinde aşağıdaki itirafta bulunur:
Hapishane hayatından önce insanları tanıdığımı sanırdım,
Ama yanılmışım…
Dostoyevski Aydınlanıyor
Hapishanede bir köpek vardır.
Ve,
Bu köpeğin yanından geçen her mahkum hayvancağıza okkalı bir tekme atmaktadır.
Ancak asıl ilginç olan nokta ise köpeğin bir mahkum gördüğünde kaçmak yerine, eğilerek tekmeleme pozisyonunu almasıdır.
Ne bu işkenceden kurtulmak istiyor,
Ne de kendini korumak için herhangi bir refleks gösteriyordur.
Bir gün…
Dostoyevski içerideki herkesten şiddet gören bu köpeğin yanına yaklaşır,
Ve,
Şefkatle başını okşar.
Peki ne oldu sizce?
Köpek Dostoyevski’ ye şaşkınca bakar ve hemen ardından acı acı havlayarak uzaklaşır.
O günden sonra köpek Dostoyevski’ yi her gördüğünde canını sanki o yakmışçasına, sanki hayvancağıza o zarar vermişçesine ani bir refleksle kaçarak uzaklaşır.
Ruhu köleleştirilmiş bu köpek sevgiyi yadırgar,
Hatta,
Reddeder hale gelmiştir.
Çünkü,
Kötü muamele görmeye o kadar çok alışmıştır ki…
Kötü Muamele Gören İnsanlar
Peki benzer bir durum insanlar için de geçerli değil midir?
Ömürleri boyunca hep haksızlığa ve kötü muamelelere maruz kalmış kişiler iyi – ulvi bir davranışla karşılaştıklarında nasıl davranacaklarını, nasıl reaksiyon vermeleri gerektiğini bilemezler.
Bazen kötü davranılan insanlar kendi cellatlarına tapar,
Bazen de iyi davrananlardan nefret ederler.
Bu insanlar için kötü muamele ve aşağılanma bir beklenti haline dönüşmüştür.
Eşit, adil veya iyi davranıldığında ise onların gözündeki değer birdenbire düşer,
Çünkü,
O duygunun geçmiş deneyimi olmamasından ötürü, kişide bir karşılığı yoktur.
Karşılıksız bir şey belirsizlik demektir;
Beynimiz de ruhumuz da belirsizlikten nefret eder…
Ve,
Temel insan refleksi bu gibi durumlarla karşılaşıldığında reddetmeyi yeğler.
Dostoyevski bu durumu şöyle özetler:
Zulüm bir alışkanlıktır;
İnsanda bu alışkanlığın kökleşmesi, sonunda hastalığa dönüşmesi mümkündür.
Sarsılmaz inancıma göre, en iyi insan bile alışkanlıkla, sanki bir hayvanmış gibi kabalaşıp o derece aptallaşabilir.
Kanla, kudretle mest olur;
Hoyratlığı, ahlaksızlığı, içindeki kötülüğü büsbütün geliştirir;
Aklı, duyguları kesinlikle doğal olmayan hareketleri yadırgamaz,
Ve,
Sonunda bundan zevk almaya başlar.
Bir zalimde hem insanlık, hem de vatandaşlık tamamıyla yok olmuştur;
Yeniden onurlu bir insan olması, pişmanlık duyup eski hayatına dönmek imkansızdır artık.
İşin asıl kötü yanı, böyle bir başına buyrukluk kolayca topluluğa sirayet edebilir;
Kudret, son derece ayartıcı bir şeydir.
Toplum da böyle bir etkiye kayıtsız kalırsa, bu alışkanlığın toplulukta kökleşmesi işten bile değildir.
Kısacası,
Bir insana kendi benzerine fiziksel ceza verme hakkının tanınması topluluğun yaralarından biridir;
Bu yara bir yandan o topluluktaki özü ve vatandaşlık duygusunu kemirirken, öte yandan önüne geçilmez bir düzensizliğe yol açar.
Dostoyevski’ nin Değerlendirmesi Üzerine
Aslında sorunun kaynağı da, çözümü de insanın kendisinde…
Ademoğlu kendisini sevmedikçe, nasıl olur da çevresine karşı sevgi dolu olmasını bekleyebiliriz.
Bazı durumlarda ise aslında kök sebep aynı olmakla birlikte, tezahürü tamamen farklı olabiliyor.
Örneğin,
Kendinden sakındığın sevgiyi başkalarına hoyratça sunabiliyorsan,
Kendine fazla gördüğün saygıyı başkalarına adayabiliyorsan,
Şu hayatta en çok da kendinden çalmış,
Ve,
Kendi varlığına borçlu kalmışsın demektir.
Kendini Sevmek Bencillik Değildir
Kendini sevmek ile bencillik, egoizm, narsizm veya megalomani arasında çok derin uçurumlar var.
Burada dengeyi iyi korumak gerekiyor;
Aksi halde,
Kantarın topuzu kaçtığında, zararı yine kişinin kendi varlığında kök salıyor.
İşte tam burada çok severek takip ettiğim Hakan Mengüç’ den bir alıntı yapmak istiyorum:
Kendini sevmek, kendine zaman ayırmak, kendine değer vermek, ihtiyaçlarını önemsemek, “bencillik” etmek demek değildir.
Bencillik, paylaşmamaktır.
Kendinde olanı, sadece kendine saklamaktır.
Neşeni, coşkunu, iyiliğini, bonkörlüğünü, hoşsohbetini, bilgini, zamanını, enerjini kimsenin yararına kullanmamak, stoklamak ve çürümeye bırakmaktır.
Diğer bir deyişle enerjiyi istiflemektir.
Oysa istiflemek, yoksunluk bilinci ile ilgilidir.
Kileri ağzına kadar bakliyatla doldurup, sonra bu bakliyatı kurtlanmaya bırakmaktır.
Ne kendini, ne de başkasının karnını doyurabildiğin değerli bir mahsule hamallık etmektir; ziyan etmektir.
Hangi Yanımızı Besliyoruz
Çok sevdiğim bir Kızılderili hikayesi vardır…
Lütfen masallara, hikayelere, mitolojik anlatımlara kulak verin,
Bir adım geriye atarak,
Sadece sözlü anlatım ile nakledilenler yerine,
Her birinin içeriğindeki kadim öğretiyi, dersi ve mesajı çözmeye çalışın…
Emin olun,
Bunların hiçbirinin sırf eğlenceli zaman geçirmek için ortaya atılan lakırtılar olmadığını keşfedeceksiniz.
Nasrettin Hoca – Keloğlan masallarından yaratılış destanlarına,
Paganik efsanelerden, kutsal kitap öğretilerine kadar tüm metinlerde anlatılan hikayelerin alt satırlarına gizlenmiş evrensel ahlaki öneriler mevcuttur.
Derler ki,
Yaşlı bir Kızılderili reisi torunuyla birlikte çadırının önünde otururken az ileride iki kurt köpeği kavgaya tutuşur.
Bir köpek kar gibi bembeyaz iken,
Diğeri gecenin karanlığı kadar siyahtır…
Gerçi çocuk kendini bildi bu iki köpek her daim hırlaşıp, boğuşup dururlarmış.
Her şeye rağmen Kızılderili reisi bu iki köpeği hep yakınında tutar, daima gözünün önünde olmalarını istermiş.
Çocuk ise neden iki köpeğe ihtiyaç olduğunu sorgular,
Ve,
Neden birinin siyah iken, diğerinin beyaz olduğunu merak edermiş.
Bir gün dedesine kafasındaki henüz cevaplanmamış sorularını sorar…
Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazlayarak “Onlar benim için iki simgedir evlat” der ve ekler:
İyilik ile kötülüğün simgesi.
Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur.
Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm.
Onun için her daim yanımda tutarım onları
Öyle ya,
O halde ortada bir mücadele varsa, kazananı da olmalıdır!!!
Bunun üzerine küçük çocuk hemen aklına gelen ilk soruyu yöneltir:
“Peki, sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?”
Bilge reis, derin bir gülümsemeyle torununa bakar,
Ve,
“Ben hangisini daha iyi beslersem o kazanır evlat” der.
Hangisini Beslersek O Kazanır
Bizler ne düşünüyorsak O’ yuz…
Hepimiz kendi düşüncelerimizle ortaya çıkıyoruz,
Ve,
Düşüncelerimizle yarattığımız bir dünyanın içinde yaşıyoruz.
İyi tek başına yoktur.
Kötü de tek başına yoktur.
Bir şey sadece iyi olamaz, sadece kötü de olamaz.
Aynı anda hem iyi hem kötüdür.
Aynı anda hepsidir ve birdir.
Olana nereden baktığındır fark yaratan.
Sonucu değiştiren ise olanı ne şekilde kabullenip benimsediğindir…
Sen “Paramı kaybettiğim için battım” der,
Ve,
Kendi kendine dövünürsünsün,
Hatta belki de hayata küsersin…
Öteki “Paramı kaybettiğim için kazanmayı öğrendim” der,
Ve,
Aldığı ders ile bir sonraki adımını daha sağlam atar.
Sen “İyi bir ailem olmadığı için başaramadım” der,
Ve,
Başına gelenler için hep harici bir günah keçisi ararsın,
Öteki “İyi bir ailem olmadığı için başardım” der,
Ve,
Hayatı boyunca karşılaşacağı tüm engellerle mücadele etmeyi öğretir kendine…
Sen “Hep sırtımdan vurulduğum için kimseye güvenmiyorum” der,
Ve,
Karşına çıkan herkesi, ama herkesi peşinen suçlu ilan edersin,
Öteki “Hep sırtımdan vurulduğum için kime güvenileceğini öğrendim” der,
Ve,
Herkese hakettiği kadar değer verme konusunda ustalaşır…
Başımıza gelen her şey durumdur, sonuç değil…
Sonucu belirleyen şey ise durumu ne şekilde ve nasıl algılayıp benimsemeyi tercih ettiğimizdir!!!
Bu yazı ilginizi çektiyse Mana Arayışı Üzerine Ortaya Karışık Yaşanmışlıklar Potporisi başlıklı yazıyı da beğenebilirsiniz.
Aşağıdaki yazılar da ilginizi çekebilir:
Hakan Mengüç Kitapları:
1 Comment